NEŞE KAZAN


NEREDE BENİM ÇOCUKLUĞUM

Ah o güzel insanlar. Bizi biz yapan. Kendileri gitse de bizde yaşayan...


Bizim de bahçeli evimiz vardı, O güzel insanlar, güzel atlara binip gitmeden önce .

Güneş, pussuz pırıl pırıl selamlardı yeni doğan günü. Baharın bahar olduğu zamanlardan bahsediyorum. Teknoloji gibi bir nimetimiz olmasa da merdaneli makinemiz, bakır banyo kazanımız vardı. Hatta trene benzeyen silindir şeklinde babaannemin Ankara'dan alıp getirdiği bir fırınımız bile vardı. Ama yine de çat kapı kimseye gidilmezdi, bugünkü gibi. Şehrin asaletinden olsa gerek. Babaannem romantik kadın mıydı ne ön bahçemizde her renk gül vardı. Ben en çok somon renginde olanı severdim. Bir de reçellik olanı. Türlü türlü meyve ağacımız da vardı mevsimine göre dallarında sincap gibi gezindiğim. Ama hiçbirinden bir gün bile düşmedim. Kimbilir belki azar işitmek istemediğimden, belki de kimsenin dizimi öpmeyeceğini bildiğimden. Her ağacın ilk meyvesini tabak tabak komşulara dağıtırdı babaannem. Oysa onların bahçesinde de aynıları vardı.

-Berekettir!... demişti bir defasında.

-Sen ne kadar çok dağıtırsan, o kadar çok meyve verir.. Gülüp geçer anlam veremezdim. Ne zaman ki yatağa düştü, ağaçlar da onunla birlikte hasta düştü. Sonrasında kurudu gitti.

6-7 yaşlarımdaydım. Daha önce altlı üstlü oturduğumuz Adil amcalarla farklı evlere taşınmıştık . Bir arka sokakta oturuyorlardı. Çocuklarla diyaloğu her zaman iyiydi. Çocuk dediğim de sadece bendim aslında. Yerleşimin az olduğu Kartal yıllarından bahsediyorum. Hayatımın ilk altı yılında tek arkadaşım elimdeki kocaman bebeğimdi.

Neyse bu Adil amca bir gün beni mavi önlükle görünce okula başladığımı anladı. Ve ne zaman görse o sevecen, o hoşsohbet haliyle sorup duruyordu: "Ziyafet ne zaman?"...

Ev halkına bunu nasıl anlattıysam, yüzlerindeki hoş tebessümle birlikte ciddiyetsiz ifadeyi de fark etmiştim. Oysa Adil amca çok ciddi soruyordu. Tam beş yıl boyunca, her rastlaştığımızda benimle sohbet edip konuyu ziyafete getirmesi adeta travmam olmuştu. Anlıyordum, evdekiler o ziyafeti vermeyecekti ama ben bunu kendisine nasıl söyleyecektim. Bu defa ister saklambaç deyin, ister köşe kapmaca. Durumun vehametine göre gard almaya başlamıştım. Böyle böyle ilkokul bitti. Bitirme sınavlarını da vermiştim.

Adil amcadan köşe bucak kaçıyordum ama yine de bir gün yakalandım. Ve yine o makus soruyu bekliyorum. Yanılmıyorum...

-Hadi bakalım diplomayı da aldın. Artık ziyafeti zamanı!...

-Tamam Adil amca. Ben babaanneme söyleyeyim , siz ne zaman müsait olursanız...diye başladığım cümleyi bitiremeden Clark Gable bıyıklı Adil amcam gülmeye başladı.

Ben anlayamıyordum neden güldüğünü. Sevinmiş miydi?

Sakinleştikten sonra da zaferini kutlarcasına beş yılıma noktayı koydu:

-Kızım ben şaka yapıyordum, sen inandın mı? deyivermesin mi.

İlahi Adil amca . Ya, ben hayatımın beş yılını o ziyafeti nasıl gerçekleştireceğime, senden nasıl kaçacağıma dair planlar yaparak geçirmişim. Aile desteği olmadan neler pişirebileceğimin hesaplarını yapmışım. Bir punduna getirip gününü de ayarlayacakken, bu itiraf Haktan reva mı?

Ah o güzel insanlar.

Bizi biz yapan. Kendileri gitse de

bizde yaşayan.

Ben de seni göndermeye kıyamadım bugün.

Yaşatmak istedim Adil amca..

Bu satırlar senin olsun.

Ve de cennet mekânın...