İBRAHİM UYSAL


YAŞAMIN DENETLENMEYEN YÖNLERİ

İnsan, yaşam, toplum vb konularda destekli, desteksiz söz eden, ulu orta konuşanlar çoktur ama yarınlara giden, taşınan ise hep iyi, güzel ve doğru olanlardır.


Evren için söz söylemek çok abartılı olabilir ama Dünyamız için söz söylemek çok daha kolay. Hele hele bir de sattığınızı alan olursa, hele hele bir de üstüne bedel ödenir ise, tadından yenmez.

      İnsan, yaşam, toplum vb konularda destekli, desteksiz söz eden, ulu orta konuşanlar çoktur ama yarınlara giden, taşınan ise hep iyi, güzel ve doğru olanlardır. 

      İnsanoğlunun yeryüzünde varlığı, her ne kadar 21. yüzyılda bile "evrim" var mı, yok mu tartışılsa da, günümüz modern insanının atası yer yüzünde bazı kaynaklara göre 300, bazılarına göre 200 bin yıldır vardır ve evrimleşerek sürecini yaşamaktadır.

       Evrimleşmesiyle birlikte var olduğu Afrika'dan dünyanın diğer kısımlarına göç ederek, doğaya ve diğer canlılara hükmeden günümüz insanlığının ataları,  yavaş yavaş gittikleri yerlerde yaşamaya ve hükümranlıklarını sürdürmeye ve devam ettirmeye başlamışlardır.

    Arkaik (Bir uygarlığın gelişmesinde ki erken dönem/ eski) insan popülasyonlarının artması ile birlikte, tarihin büyük çoğunluğunda insanlar, göçebe avcı-toplayıcılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu tarihte 8 ile 12 bin yıl kadar gerilere gitmektedir.

     Tabi elimizde ki kaynaklara göre bu insanları avcı, toplayıcı "ilkel" insan olarak tanımlayanlar, yine tarihin 12 bin yıl öncesine dayanan ve yüksekliği 5 buçuk metreye dayanan,  ton ağırlığındaki GÖBEKLİ TEPE kalıntıları hakkında neler derler bilemem.

     Dolayısı ile günümüz insanına öğretilenler ile gerçekler arasında nasıl bir bağ vardır ve bu kimlerin kurgusu ve işine gelmektedir, sorusu insanın aklına gelmektedir.

    Yaşamın Temel Kuralları konusunda yıllardır araştırmalar yapan Ali Demirsoy Hocanın deyişi ile "Yaşamak Savaşmaktır"!.. 

   O halde bu yaşam bizim ise, bu savaşı kim verecek ve de bunu kim yazacak? 

    İşte insanlık bu karmaşadan çıkmak için okuyup, araştırıp bir yol bulmaya çalışırken, birileri de çıkıyor "hiç okumamış, cahil" methiyesi düzüyor ve devletin en tepe yerlerinde alkışlanıp, onurlandırılıyor.

    Yetmedi dini kurumlar ve benzerleri, kurulu düzenin devamı için ellerinden geleni yapıyorlar.

    İşte sorun da burda başlıyor. Kim, kimin için ne yapıyor. Dahası, kim kendisinin ne olduğunun bilincinde mi, yoksa sandırılmaya devam mı?

     Tamam Osmanlı bir çok milliyetin yaşadığı ve Osmanoğlu Hanedanlığı'nın yönettiği bir devlet/imparatorluk idi ama özellikle üretim ilişkilerinin değişmesi, feodal üretim ilişkilerinin sanayi devrimi ile tasfiyesi ve Kapitalist Üretim biçimlerinin gelişmesi ile birlikte, sistem kendisini yaşatacak şartları da yaratmaya başladı.

    TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un, Gazi Üniversitesi 2024-2025 Akademik Yılı açılışında ki "Devletin ülkesi olmaz. Devletin milleti olmaz" sözleri çok anlamlıdır.

     Evet, milliyetçilik akımı Fransız Burjuvazisinin yoksul köylüleri da yanına alarak  1789'da yaptığı FRANSIZ İHTİLALİ ile başlamıştır. İmparatorluklar çökmüş, yok olmuş ve milletlerin devletleri olmaya başlamıştır.  TÜRKİYE CUMHURİYETİ de böyle bir sürecin sonunda, ANTİ-EMPERYALİST bir savaşın sonunda kurulmuştur. 

    Doğrudur, günümüz milletlerinin çoğunun 18. yüzyıldan önce devletleri olmadığı gibi, millet/ milliyet olarak tanımları da pek yoktur. 

    İlk tek tanrılı dinin Peygamberi olan Hz Davud (MÖ1040–MÖ970), döneminde Birleşik İsrail Krallığı'nın kralı olmuş bir Yahudi kralı ve peygamberdir.

   Hz İsa,  ilk yüzyılda bir Yahudi vaiz ve dinî lideri olarak günümüz Filistin bölgesinde ki, o dönemde Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaleti Beytüllahim şehrinde yaşamış ve bir devleti ve yöneticiliği olmamıştır. 

    Hz Muhammet ise, peygamber olduktan sonra İlk İslam Devleti olarak da tanımlanabilecek, içinde bir çok inanç ve milletin olduğu  siyasi yapıyı  Mekke'den göç ettiği Medine'de "Medine Sözleşmesi" ile MS 622'de kurmuştur. 

     Geleceğin dünyasını Kalk Marx her ne kadar sınıfsız toplum olarak tanımlamış olsa da, günümüz dünyasında geleceğin dünyası, şirketlerin (Tekel) her şeye sahip oldukları, mülkiyetsiz insanları yaşadığı, devletsiz, milletsiz bir toplum yaratmak üzere kurguladıkları bilinmektedir.

     Son günlerdeki tartışmalara bu gözle de bakmakta yarar olur diye düşünürüm.

    İnsanlığın ilk var olduğu ve yaşadığı Afrika'nın sömürgeleştirilmesi, 15. yüzyılda köle ticareti ile başlamış ve 18 yüzyıldan beri de sürmektedir.

     Günümüz dünyasının en geri kalmış, ilkel bölgesi insanlarının yaşadığı AFRİKA'NIN tarihine bir de bu gözle bakacak olursak; yine Afrika'lı gün görmüşlerin şu sözleri pek anlamlı olmalıdır. 

      “Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça, avcıların hikâyelerini dinlemek zorundadırlar”!..

     Türkiye Cumhuriyeti olarak, başta Atatürk'ün cebinden parasını vererek Kurduğu Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları olmak üzere, tüm kurum ve kuruluşlar ile yurttaşlar, akıllarını başlarına alıp, bu devlet kurulur iken yazılan, söylenen ve ilke edilen şunlara bir kez daha bakmaları yerinde olacaktır, diye düşünürüm. 

    "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir"(Atatürk 1930)

  "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur." (1924 Anayasası Md 88)

    Bu gün, göklerde dalgalanan Türk bayrağı da sadece bir etnik unsuru değil, bu topraklar üstünde yaşayan ve bu ülkeye yurttaşlık bağı ile bağlanan, sorumluluk ve yükümlülük üstlenen tüm unsurları kapsayarak,  bu toprak üstündeki devleti ve Türk Milletini temsil eder.

     Bazılarının unuttuğu şu titremeyi bu gün anımsayıp, TİTREYİP DE KENDİMİZ DÖNSEK Mİ? 

     Ne dersiniz!...